Kocasının eşyalarını karıştıran bir kadın değilim. Ama o öğleden sonra, eski fişlerin ve yedek anahtarların her zaman savaş alanı olan vestiyer dolabını temizlerken, sessiz ve ani bir şey gözümden kaçtı. Bir Polaroid fotoğraf.
Eğilip elime aldım. Görüntü oluşmaya başladığı anda kalbim duracak gibi oldu. İnsanların nostalji olsun diye sakladığı o büyüleyici eski fotoğraflardan değildi. Hayır, yalnızca birinin gizli bir şeyi yakalamak istediği zaman var olan türdendi.
İki kişi, yakın, çıplak. Aralarında tek bir parça giysi bile yoktu. Adam, Austin, Teksas’ta bir teknoloji şirketinin CEO’su olan kocam Lucas’tı. Onu hemen tanıdım; geniş omuzları, sırtının alt kısmındaki, yüzlerce kez öptüğüm damla şeklindeki doğum lekesi. Ama ciğerlerimdeki havayı kesen, yanındaki kadındı. Yüzü dönüktü ama uzun kestane rengi bukleleri, başını eğmesi -kısmen utangaç, kısmen kasıtlı- derin bir tanıdıklık uyandırdı.
Koridorda donup kalmıştım. Lucas’la geçen yıl yeniden boyadığımız, “Akşam Bulutu”nun mu yoksa “Menekşe Sisi”nin mi oturma odasına daha çok yakıştığını yirmi dakika tartıştığımız ev, şimdi üzerime baskı yapıyor, beni boğuyormuş gibi hissediyordum.
Ön kapı açıldı. “Sadie, ben geldim!” Sesi antreden yankılandı. Fotoğrafı kot pantolonumun cebine tıkıştırdım, yüzüme biraz renk gelsin diye hafifçe vurdum ve hiçbir şey olmamış gibi aşağı indim.
Kravatını gevşetiyordu, beni görünce gözleri parladı. “En sevdiğin yerden Tayland yemeği sipariş etmeyi düşünüyordum.”
Başımı salladım, kendimi zorlayarak gülümsedim. “Harika görünüyor.”
Yaklaşıp alnımdan öptü. Her zamanki kolonyası hâlâ üzerimdeydi ama bu gece tanıdık olmayan bir şeyle karışmıştı. O gece uyanık yatıp onu uyurken izledim, yüzü huzurluydu, sanki hiçbir sorun yokmuş gibi. Onunla yüzleşmedim. Emin olmam gerekiyordu. O kadının kim olduğunu bilmem gerekiyordu.
O fotoğrafı bulduktan üç hafta sonra bambaşka biri olmuştum. Artık her sabah kocasına kahve yapan Sadie değildim, gece geç saatlere kadar süren toplantılara inanan eş değildim. Attığı her adımı takip eden biri olmuştum.
Telefonuyla başladım. Lucas her zaman ekranı aşağı bakacak şekilde tutardı; bir zamanlar çok sevimli bulduğum bir alışkanlıktı bu. Bir pazartesi sabahı, o duştayken, Face ID ile sessizce kilidini açtım. Arama geçmişi bambaşka bir hikaye anlatıyordu. Aynı numara sürekli çıkıyordu, isim yoktu. Daha önce görmediğim şifreli mesajlaşma uygulamaları kullanıyordu.
Arabasını aradım. Torpido gözünde, kumaş astarın altında başka bir telefon vardı. Araca binemedim ama şarj ettiğimde Signal’den bir mesaj geldi: Aşkım, seni şimdiden özledim. Pazar akşam yemeğini bir kez daha hayal etmek zor olacak.
Bu mesaj daha rahatsız edici bir şeye işaret ediyordu. Pazar günkü aile yemeğine katılacakmış. Her şeyi tekrar tekrar incelemeye başladım: paylaşılan her kredi kartı ekstresini, her sürpriz buluşmayı, kötü kokan her gömleği. Dallas’ta eski bir tanıdığıyla buluşacağını söylemişti ama Uber fişi evimizden beş milden daha az uzaklıktaki bir yerleşim bölgesine çıkıyordu. Hilton’da şirket yemeği yediğini iddia ediyordu; iki kadeh beyaz şarap için mini bar fişini buldum.
Aldatıldığımı hemen anlayacağımı düşünürdüm. Ama Lucas’ın ihaneti kalbime saplanan bir bıçak değildi. Daha çok zehirli bir gaz gibiydi; yavaş, görünmez ve her şeyi sessizce yok edebilecek kadar güçlü.
Kimliğine dair ipuçları bulmaya çalıştım ama Lucas dikkatliydi. İsim yok, resim yok, sadece mesaj parçaları. Özellikle tuhaf bir satır: Küçükken Pine Lake’e yaptığımız gezi ve babamın eski kırmızı kamyoneti. Lucas Teksas’ta çocukluğunu geçirmedi; Oregon’da büyüdü. Bu anıların ardında gerçekten kim vardı?
Sonra yapbozun parçası tam yerine oturdu. Pazar akşam yemeği benim tarafımda bir gelenekti. Ayda bir kez ailemin evinde düzenlerdik. Bir de kuzenim Jenna vardı; ailesi boşandıktan sonra iki yıl bizimle yaşadı. Kısa süre önce Austin’e geri dönmüştü ve onu davet etmemiz konusunda ısrar eden Lucas’tı.
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..