Bir zamanlar, kasabanın kenarındaki küçük bir evde yaşayan yaşlı bir kadın vardı. Hayatının çoğunu yalnız geçirmişti ve geceleri bazen hüzün, bazen de yalnızlık duygusu onu sarar, uykuya dalmakta zorluk çekerdi. Bir akşam, pencereden dışarı bakarken, genç bir adamın sokakta yorgun ve bitkin bir halde dolaştığını gördü. Genç adamın yüzünde çaresizlik vardı; sanki kaybolmuş bir ruh gibi, bir yere ait olamayan bir varlık. Kadın, içindeki acıyı hissetti ve ona yardım etmeye karar verdi. Genç adamın geçirecek bir yeri olmadığını bildiği için, onu evine davet etti. O gece, kadının kalbinde hem merhamet hem de bir umut ışığı parlıyordu. Ancak, gece ilerledikçe, kadının uykusu bölündü ve yavaşça odaya giren genç adamın sesini duydu.
Kadın uyandığında, odanın karanlığı içinde genç adamı görebildi. Yavaşça yatağa yaklaşırken, kadının içinde bir korku belirdi. Fakat bu korku, tanıdık bir kaygıdan doğuyordu; bir insanın içindeki iyilik ve kötülüğü anlamanın karmaşasıyla doluydu. Genç adam, yalnızca bir gece için değil, belki de yaşamında bir dönüm noktası yaratmaya gelmişti. Kadın, onun gözlerinde bir şeyler gördü; belki de kendi gençliğini, kaybettiği masumiyeti. Kalbindeki merhamet, her şeyden önce, insanın birbirine bağlayan o ince ipi hatırlatıyordu. O an, hayatın ne kadar kırılgan ve değişken olduğunu kavradı. Belki de, gecenin karanlığına rağmen, umut hep vardır. Genç adamın varlığı, kadının hayatına yeni bir anlam katmıştı; belki de bu, ikisi için de bir yeniden doğuş olacaktı.