Bir evin kapısının ardındaki sessiz odada, üç yaşındaki bir çocuk yalnız başına kalmıştı. Annesi, misafirlerin geldiği her seferde bu odayı bir sığınak olarak kullanıyor, dışarıdaki gürültü ve kalabalıktan onu koruyordu. Fakat bu koruma, çocuğun ruhunda derin yaralar açabiliyordu. Oyun alanı olarak tasarlanan bu dünya, zamanla kapalı bir hapishaneye dönüşmüştü. Oğul, kapının ardındaki hayatı merakla dinlerken, annesi misafirleriyle gülüp eğleniyordu. Fakat bir gün, o kapı açıldığında her şey değişecekti; annenin yüzündeki dehşet, unutulmaz bir anı olarak zihninde yer edecek, sıradan bir gün, kabusa dönüşecekti.
O an, zamanın durduğu, nefesin kesildiği bir anda yaşandı. Anne, kapıyı açtığında, çocuğunun gözlerindeki masumiyetin yerini derin bir karanlık almıştı. Oğlunun odasında bulduğu şey, onun için hayal edilemeyecek kadar korkunçtu; bir çocuğun dünyasında bile, gölgelerin ne denli tehlikeli olabileceğini gösteriyordu. O an, annelik içgüdüsünün ve sevginin nasıl da yanlış yönlere savrulabileceğini gözler önüne seriyordu. İçindeki korku, hem kendi yaptıklarına karşı bir suçlama hem de kaybolan bir çocuğun travması olarak yankılanıyordu. Her şeyin, bir anda ne kadar değişebileceğini anladığında, hayatında belki de en zor kararlarla yüzleşecekti. Oğlunun gözlerinde gördüğü boşluk, ona birçok soruyu bir arada getiriyordu: Ne kadar koruma yeterdi, ne zaman aşırıya kaçılmıştı? Bu olay, onların hikayesinin yalnızca başlangıcıydı; belki de kapının ardındaki dünyayı bir daha asla aynı şekilde göremeyeceklerdi.