Bir gün, çorak toprakların ortasında, güneşin acımasız ışıkları altında, bir grup asker bir araya toplandı. O an, gökyüzündeki bulutlar bile bu gergin atmosfere tanıklık ediyormuş gibiydi. Birden, dikkatlerini çeken bir silüet belirdi; derin yara izleriyle dolu bir kız, yavaş adımlarla onlara yaklaşıyordu. Askerlerin gülüşmeleri, bu acı dolu görüntüye karşı bir savunma mekanizması olarak belirmişti. Her bir yara izi, yaşamın sert gerçeklerini anlatan birer hikaye gibiydi; ama askerler, acıyı anlamak yerine alayla geçiştirmeyi seçmişlerdi. O an, dünya bir anlığına durdu; sadece o kızın gözlerindeki öfke ve yaralı ruhu vardı. Yeni bir savaş alanında, hem fiziksel hem de psikolojik yaraların nasıl açıldığını göstermeye başladılar.
Zaman geçtikçe, askerlerin gülüşleri yerini sessiz bir utanca bıraktı. Kızın yaraları, dış dünyada görünmeyen, ama derinlerde yankılanan travmaların sembolü haline gelmişti. Askerler, acılarının ve kahramanlıklarının yanında, bir insanın duyduğu derin yaraların da farkına varmak zorundaydılar. Hani derler ya, bazen en derin yaralar görünmeyenlerdir; işte bu kız, o görünmeyen yaraların en belirgin temsilcisiydi. Onun hikayesi, cesaretle dolu ama bir o kadar da trajik bir adalet arayışını yansıtıyordu. Gülüşlerin ardındaki karanlık, sevgi ve acının, nefret ve dostluğun ince çizgilerini sorgulamaya davet ediyordu. Hayat, her yara izinde daha derin bir anlam barındırıyordu; belki de bu kız, onlara savaşın gerçek yüzünü, insani değerlerin nasıl sorgulanabileceğini gösteriyordu. Bütün bunlar, onları düşündürmesi gereken bir sınavdı; gülmek yerine, daha derin bir empati ile hayatı kucaklamak zorundaydılar.