Bir sabah, doğanın kucaklayıcı sessizliği içinde, köpeğimle birlikte ormanın derinliklerine doğru bir yürüyüşe çıktık. Ağaçların arasında kaybolmuşken, güneşin ışınları yaprakların arasından sızarak adeta bir peri masalı yaratıyordu. Her adımda, toprak altındaki canlıların fısıldadığı hikayeleri duyabiliyordum; birbiriyle yarışan kuşların cıvıltıları, ağaçların hışırtısı, rüzgarın melodisi… Bir süre sonra, yolculuğumuzun beklenmedik bir durağıyla karşılaştık; göz alıcı bir çiçek tarlasının ardından, bir eski helikopterin silueti belirdi. Paslı metalik yüzeyi, doğanın yavaşça onu kuşattığını gösteriyordu. Merak içinde yanına yaklaştık; tıpkı yıllar önceki bir zamanda oraya konmuş gibi, ama zamanla unutulmuştu. Bu an, doğanın insan yapılarına nasıl bir hikaye yazabileceğini düşündürdü bana.
Eski helikopterin yanında dururken, zamanın ne kadar acımasız olabileceğini düşündüm. Bir zamanlar havada süzülen, insanların hayatlarını kurtaran cesur bir makineydi; şimdi ise sadece geçmişin anılarını taşıyan bir kalıntıydı. Doğa, bu metal yığını yavaş yavaş sahiplenmiş, yine de bizlere unutulmaz bir ders vermişti: İnsanoğlu ne kadar güçlü olursa olsun, doğanın gücü karşısında her zaman bir yerlerde kaybolur. Gözlerim, helikopterin paslanmış yapısında kayarken, hayatın döngüsündeki yerimizi sorgulamaya başladım. Belki de yaşadığımız her an, bizden sonra bir kalıntı bırakacak; belki de bir gün başkaları, bizimle birlikte yaşananları keşfedecek. Ormandan dönerken, hayatta kalmanın sadece fiziksel bir mücadele değil, aynı zamanda geçmişle yüzleşme ve geleceği anlama çabası olduğunu anladım. Her şey geçmişten gelen bir hikaye; bizler sadece bu hikayelerin sayfalarını çeviren okuyucularız.