Otobüs durağında, sabahın ilk ışıkları henüz tam anlamıyla uyanmaya başlamamışken, bir adam belirdi. Boyu neredeyse iki metreyi buluyordu; yürüyüşü, sanki yerden yukarıya doğru batırılmış bir direk gibi dimdikti. Adam, gözlüklerinin ardında sakladığı düşünceleriyle, içe kapalı bir halde otobüsün kapısından içeri girdi. Ardından, neşeli bir kahkaha gibi havada uçuşan bir ses yankılandı. O, yaklaşık yedi veya sekiz yaşlarında, uzun saçlarıyla bir peri masalından fırlamış gibi görünen bir kız çocuğuydu. Kız, babası kadar uzun olmasa da, gözlerindeki parıltıyla etrafındaki dünyayı keşfe hazır görünüyordu. Sadece birkaç adımda, iki farklı dünya; bir tarafta hayatın ağır yükünü omuzlarında taşıyan bir adam, diğer tarafta hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir çocuk… Bu ikili, otobüsün içinde hem geçmişin hem de geleceğin birer parçasıydı.
Otobüsün kapıları kapandığında, dışarıdaki dünya yavaşça arka planda kaybolmaya başladı. Adam, ağır adımlarla otobüsün arka kısmına doğru ilerlerken, kızı da peşinden koşturuyordu. Her gülüş, her kahkaha, otobüsün içinde yankılanıyor, insanların yüzlerinde tatlı bir tebessüm oluşturuyordu. Ancak aniden, içsel bir huzursuzluk belirdi; bu iki insanın yan yana durması, bazen yüzeysel bir bağlantı gibi görünse de, derinlerde bir anlam taşıyordu. Belki de hayatın karmaşasında, kaybolan umutları ve hayalleri yeniden canlandıran bir ışık gibiydiler. Çocuk, babasının yanında olmanın verdiği güvenle, hayallerini sesli bir şekilde ifade ederken, adam da kendi geçmişini hatırlıyordu. Geçmişin izlerini taşıyan bu iki farklı dünyada, her şeyin birbirine bağlı olduğunu anlamak, belki de hayattaki en önemli derslerden biriydi. Otobüs hareket ederken, herkesin hayatına bir yolculuk ekleniyor, gözlerden kaybolan bir adam ve onun küçük kızı, bir daha asla unutulmayacak bir anı bırakıyordu.