Cumartesi sabahı, güneşin nazikçe doğduğu, hafif bir rüzgarın zihni dinlendirdiği bir vakitti. Şehrin gürültüsünden uzakta, boş bir otobüs durağında iki küçük kız, birbirlerine yapışık halde oturuyorlardı. Gözleri, etraftaki dünyanın telaşını hissetmeden, derin bir hüzün ve merakla doluydu. İçlerinde gizli bir hikaye saklıydı, belki de kaybolmuş bir hayalin yankısı. Yanlarına yaklaştıkça, gözlerinin derinliklerinde kaybolma korkusuyla birlikte güçlü bir hikaye duygusu belirdi. Çocuklukları henüz kirlenmemiş, ama hayatın acımasız gerçekleriyle tanışmış gibi görünüyorlardı. O an, bana onların dünyasının kapılarını aralayan bir anahtar gibi geldi; belki de o anı dondurup, zamanın akışını durdurmak istedim.
Zaman, bazen anları süslerken, bazen de onları hüzünle sarar. O iki küçük kızın gözleri, içimde bir yankı bıraktı; çocukluğun saflığı ile yaşamın ağırlığı arasında bir denge arayışı. Belki de kimseye anlatamadıkları bir acının ya da kaybın izleriyle doluydu o gözler. Onların hikayesi, sıradan bir sabahın içinde kaybolan, ama bir o kadar da anlamlı olan bir parça. Göz göze geldiğimiz an, yaşamın kırılganlığını ve güzelliğini hissettim. Bu an, belki de sadece bana ait değil, herkesin içindeki o gizli hüzünle birleşen bir duyguydu. İki küçük kızın anlatamadığı hikaye, belki de kolektif bir hafızanın parçasıydı; her birimizin içinde saklı olan o derin yaralar. Ve o sabah, o durakta geçirdiğim birkaç dakika, ruhumda kalıcı bir iz bıraktı; hayatta her şeyin, görünmeyen bir hikayeye sahip olduğunu hatırlattı.