Hastane kapıları aniden açıldı ve içeriye incecik, yıpranmış kıyafetler giymiş bir çocuk girdi. O an, zaman sanki durdu; bekleyenlerin gözleri üzerinde yoğunlaştı. Sanki bu çocuk, bir umut ışığı ya da karanlığın içinden fışkıran bir hayalet gibi görünüyordu. Yalnızlığı, odanın soğuk havasında bile hissedilirken, herkesin meraklı bakışları arasında yürümeye devam etti. Adımları, eski bir melodinin tınısı gibi yankılandı; belki de içindeki acıyı dile getiriyordu. Kafasındaki düşünceler, belki bir kaç saniyelik sessizlikte, hayatının ağır yükünü taşıyordu. Herkesin içindeki merak, bir soru işareti gibi dolanıyordu: Bu çocuk burada ne arıyordu?
O an, hastanenin steril ortamında, bu incecik çocuğun varlığı, herkes için bir dönüm noktası oldu. Hayatın ne kadar kırılgan olduğunu hatırlattı. Kendi sıkıntılarımız içinde kaybolmuşken, bir başkasının acısını görmek, kalplerimizi sıkan bir gerçeklik oldu; belki de bu çocuk, onca yalnızlığında bir bağ kurmak için buradaydı. Arkasında bıraktığı boşluk, topluma ait olmanın ne demek olduğunu sorgulatıyordu. Herkes, birer birey olarak hayatın yükünü taşırken, bu çocuğun gözlerinde kaybolmuş umutları görebiliyordu; belki de onun hikayesi, yüreklerimize dokunan bir hatırlatmaydı. Duygular, sözcüklerin ötesine geçerek, bu çocuğun ruhunda saklı olan derin yaralar üzerinden bir araya gelmeye başladı. O an anlaşıldı ki, hayat sadece fiziksel varoluş değil, aynı zamanda birbirimize dokunma arayışıdır. Ve belki de bu ince çocuk, hepimizin içindeki kayıp parçaları bulmamız için buradaydı.