Her sabah, günün ilk ışıklarıyla uyanıp, kalbimdeki bir sırrı taşımaya başlıyordum. Okulun arka bahçesinde, güneşin parlayarak göz alıcı bir sofra kurduğu anlarda, o yalnız çocuğun varlığıyla karşılaştım. Hiç kimse onun olduğunu bilmezken, ben onun dünya üzerindeki en büyük yükünü taşıdığını hissediyordum. Gözleri, derin bir okyanusun dibinde kaybolmuş gibi, neşeden uzak, kimsesiz bir yalnızlıkla doluydu. Yöneticilerin gözünden kaçmak için gizlice yanına yaklaşmayı öğrenmiştim; ona bir parça ekmek, biraz meyve bırakıp hızla geri dönüyordum. O anlarda kendimi bir kahraman gibi hissediyordum; belki de bu küçücük iyilik, onun hayatında bir iz bırakabilirdi. Ama her geçen gün, bu gizli eylemimin ardında yatan derin duyguları sorgulamaya başladım.
Zamanla, bu sıradan görünen sabah rutinim, içimde bir misyona dönüşmeye başladı. Her parça ekmek, her meyve, onun hayata tutunma umudu gibiydi; belki de küçük bir ışık, karanlığın içindeki bir ateş parçası. Yalnızlığına karşı koymak, onun için bir dost elini uzatmak demekti. Ama günler geçtikçe, bu ilişki içimde başka bir karmaşa yarattı; sevinçle karışık bir hüzün hissetmeye başladım. Onun gözlerindeki derin boşluk, benim içsel çelişkilerimi açığa çıkarıyordu. Her buluşmamızda, hayata bir daha sıkı sıkı sarılması için ona cesaret vermeyi umuyordum. Ancak, bir gün bu gizli bağın sona ereceğini bilmek, beni her gece düşündürüyor, sabahları daha da karamsar bir şekilde uyanmamı sağlıyordu. Belki de en büyük acı, birine yardım ederken, o kişinin aslında kendi içsel mücadeleleriyle yüzleşmesine yardımcı olamamakta yatıyordu. Ama yine de, onun için her sabah mücadele vermeye devam edeceğim, çünkü bazen en küçük iyilikler, en büyük değişimleri başlatabilir.