Küçük bir çocukken, hayatın acımasız gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalmak, ruhu derin bir yara açar. Oğul olarak, annemin kanserle savaşı verdiği dönemlerde, yaşadığım duygular tarif edilemez bir karmaşadaydı; bir yandan ona karşı duyduğum sonsuz sevgi diğer yandan hayata karşı hissettiğim çaresizlik. Okulda arkadaşlarımın annemin kel başına gülmesi, içimde bir kıvılcım ateşledi. Annesinin çektiği acıyı görmezden gelen çocuklar, benim nazarımda aslında kendi korkularını gizlemeye çalışan zavallı varlıklardı. Onlara nasıl karşılık vereceğimi bilemediğim için, içimde patlayan öfke ve üzüntüyle bir şeyler yapmaya karar verdim. Belki de bu, onların beni anlaması için bir yoldu; belki de annemi koruma içgüdüsüydü. Benim için savaş başlamıştı ve bu savaşı kazanmak için her şeyi göze alacaktım.
Sonunda, o gün yaptığım şey, çocuk aklımın ve duygularımın bir yansımasıydı. İnsanların gülüşleri, benim için birer ok gibi batarken, o anın derinliği beni büyüttü. Annenin savaşına tanıklık etmek, bana hayatın ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi; sevdiklerimizi kaybetme korkusu, insan kalbinin en derin korkularından birisidir. O gülüşlerin ardındaki cehaleti anlamak, benim için bir tür olgunlaşma yoluydu. İnsanın acıya karşı duyarsızlaşması, belki de en büyük kayıptır. Ama işte, bu kayıpların içinde bile, sevgi her zaman bir umut ışığı olabilir. Annenin başına gelenler, beni bugünkü ben yapan hikayenin bir parçasıydı; bu acılar, ruhumu yaraladı ama aynı zamanda güçlendirdi. Herkesin gülüşlerine, ben kendi yaralarımı saklayarak yanıt verdim ve o an, benim için bir dönüm noktası oldu.