Bir sabah, içimde birikmiş hislerin ağırlığıyla uyandım. Hayatımda belki de en zor kararı vermiştim; kocamın ilk eşinin mezarına gitmek. Onunla hiç tanışmamıştım ama onun varlığı benim dünyamda her zaman bir gölge gibi duruyordu. İçimdeki huzursuzluk, zamanla dayanılmaz bir hal almıştı. Mezarlığa yaklaştıkça kalbim hızla çarpıyordu, sanki her adımımda geçmişin yankıları peşimi bırakmıyordu. Gözüm, kocamın ilk eşinin baş taşı üzerinde onun gülümseyen fotoğrafını arıyordu; ama o an yaklaştıkça hissettiğim korku, tüm cesaretimi aşındırıyordu.
O an, baş taşıma doğru yaklaştığımda, onun gülümsemesiyle göz göze gelmek beni derin bir huzursuzluğa sürükledi. Yüzümdeki korku, içimdeki pişmanlıkla birleşince, zamanın durduğunu hissettim. İçimdeki bağışlama isteği, onun gözlerindeki donukluğu gördükçe kayboldu. Belki de kocamla kurduğum ilişki, onun hayatındaki boşluğu doldurmakla ilgiliydi; ama o an anladım ki gerçek affedebilmek, bir başkasının ruhuyla yüzleşmekten geçmiyor. İçimdeki karmaşanın beni yıprattığını hissettim; belki de affetmek, sadece zamanla mümkün olacaktı. O anda, geçmişle barışmanın nasıl zor olduğunu, ama bir o kadar da gerekli olduğunu kavradım. Mezarın başında durup, ona içten bir merhametle bakarken, hayatın karmaşık yollarında ilerlemek için kendi ruhumla yüzleşmem gerektiğini anladım.