Bir sabah, güneşin ilk ışıkları şehrin üzerine düşerken, küçük bir kız çocuğu devasa köpekleriyle birlikte yürüyüşe çıkmıştı. Geçenlerin gözleri, alışılmışın dışında bir manzaraya takılmış, bu sevimli kızın kocaman köpeklerle olan alışverişi, adeta bir masalın parçası gibi görünüyordu. Herkes, bu yürüyüşün sıradan bir rutin olduğunu düşünüyordu; ancak içlerinde bir merak, bu tuhaf durumu sorgulamaya itiyordu. Kızın her sabah aynı saatte köpeklerini yürütmesi, bir tür alışkanlık haline gelmişti, ama kimse onun ardındaki gerçeği bilmiyordu. Bu dev köpekler, sadece görünüşleriyle değil, aynı zamanda gizemli bakışlarıyla da dikkat çekiyordu. Onların gözlerinde bir şeylerin saklandığını hissedenler, ürpertici bir huzursuzluğa kapılıyorlardı. İşte bu sıradan yürüyüş, aslında basit bir günlük alışkanlıktan çok daha fazlasını barındırıyordu ve hiçbir zaman tahmin edilemeyecek bir gerçekle sonlanacaktı.
Bir gün, kasabanın köpekleri kaybolmaya başladı. İnsanlar, kaybolan dostlarının ardından gözyaşı dökerken, küçük kızın ve dev köpeklerinin şehre özgü bir sırra sahip olduğu ortaya çıktı. Her sabah yürüyüşe çıkan bu masum görünüşlü küçük çocuk, aslında kaybolan köpekleri birer birer topluyor, onları esrarengiz bir dünyaya taşımaya çalışıyordu. Geçenlerin gözünde sıradan olan bu görüntü, aslında bir avın peşinde koşan bir avcıydı. İnsanların içindeki korku, belirsizlik ve kaybolmuşluk duygusu bu hikâyeye derin bir boyut kazandırdı. Herkes, dev köpeklerin ardında yatan karanlık gerçeği öğrenince, masumiyetin ne kadar yanıltıcı olabileceğini anladı. Bir zamanlar sevimli görünüşleriyle büyüleyen bu varlıklar, birer canavara dönüşmüştü. Sonuç olarak, bu korkunç gerçek, insanları birbirine bağlayan derin bir travma yarattı ve kasabanın ruhunu sonsuza dek değiştirdi.