Bir hapishane duvarının ardında, demir parmaklıkların o soğuk, acımasız dünyasında, bir adam yaşamının en karanlık dönemini yaşıyordu. Ömür boyu hapse mahkum olan bu adam, yıllar boyunca özgürlüğünden, sevdiklerinden ve en önemlisi yeni doğmuş oğlundan uzak kalmıştı. Bu soğuk ve gri atmosferde, yaşamın en masum hali olan bir bebeği kollarında tutma arzusu, onun için bir ışık kaynağı olmuştu. Günlerce beklemişti; sadece bir kez, duygularını hissetmek, dokunmak, bir babanın sıcaklığını hissettirmek istiyordu. Nihayet, o an geldiğinde, kalbindeki heyecan ve korku birbirine karıştı. Oğlunu kollarına aldığında, içindeki sevgi ve özlem sel gibi taştı, ama aynı zamanda çok farklı bir şeyin hazırlığını hissediyordu.
Bebeği kollarına alırken, mahkumun gözlerinde bir anlık bir aydınlanma belirdi. O an, ironik bir şekilde, en büyük özgürlüğünü bulmuş gibiydi; ancak bunun bedeli, onun için çok ağırdı. Oğlunun masum bakışlarında, hayatının sırtına yüklediği tüm acılar bir nebze olsun hafifledi. Fakat bu an, sadece bir birleşim değil, aynı zamanda bir ayrışmaydı. Babanın omzundaki yük, sevgi ile birlikte, pişmanlık ve kaybetme korkusunu da taşıyordu. Bebeğinin geleceği için endişeler, mahkumun kalbini derin yaralarla doldurdu. O an, belki de bir babanın ruhunun en derin köşelerine kadar inen bir ayna gibi oldu; bir yandan sevinç verirken, diğer yandan bir kaybın habercisiydi. O aşk, özgürlüğe giden yolun ilk adımıydı ama aynı zamanda hapishanesinin duvarları arasında sıkışıp kalmış bir ruhun da kanıtıydı. Hayat, bazen yalnızca bir anlık dokunuşla, ruhun derinliklerine inebiliyor ve içindeki en karanlık köşeleri aydınlatıyordu.