Yüksek rütbeli bir subayın sesi, karanlık ormanın derinliklerinden yankılanarak genç kadının kulaklarında çınladı. Gözleri, belirsizliğin içinde parlayan bir cesaretle subaya odaklanırken, içindeki kaygı ve hayret duygusu birbiriyle çarpışıyordu. Askeri üniformanın ağırlığı, yanında durduğu bu genç kadının omuzlarına yüklenmiş bir karmaşaydı; oysa burada, bu anın içinde kim olduğunun önemi yoktu. Subayın sesi, bir emir gibi sertken, genç kadının ruhunda bir sorgulama başlatıyordu. Bir selam ya da saygı göstermenin ötesinde, bu durum ne anlama geliyordu? İkisi de farklı dünyaların insanlarıydı; birinin belirsizliği, diğerinin otoritesine karşı bir duruş sergilemesine neden oluyordu. Belki de bu an, kimsenin beklemediği bir gerilimin kıvılcımını ateşleyecekti.
Zaman geçtikçe, selam vermenin ötesinde bir şeyler doğmuştu. İkisi arasında oluşan bu gergin hava, her kelimenin arkasında bir hikaye saklıyordu; geçmişin izleri, geleceğin belirsizlikleriyle birleşiyordu. Subayın sert bakışları, genç kadının bakışlarındaki cesareti sorgularken, ikisi de aslında birbirine derin bir bağlılık hissediyordu. Selam, sadece bir jest değildi; bu an, birbirini tanımayan iki ruhun kesişim noktasında bir çağrışım yaratmıştı. Ordunun soğuk ve katı düzeninin içinde, insan olmanın sıcaklığını hissetmişlerdi. O an, bir askerin ve bir kadının, hiyerarşinin ötesinde, insan olarak birbirine nasıl selam durabileceğini gösteriyordu. Her şeyin ötesinde, bu anın anısında saklı olan soru, neyin gerçekten saygı olduğunu sorgulatıyordu; belki de bu, bir insanın bir başkasına duyduğu saygının en derin ifadesiydi.