İlk işim, bavulun içindeki azıcık birikimi ve yıllardır gizli sakladığım eski kuyumları bozdurmak oldu. Parayı saçıp savurmak yerine akıllıca kullanacaktım. Eski komşularım vardı; onlar bana küçük işler vermişti, evlere temizlik, yufka açma, pazarda tezgâh. Her müşteriye iki kat fazlasıyla hizmet ettim, sıradan işlerimi büyüttüm. Çabucak öğrendim: çalışmak onurumu onarıyordu……..
İlk işim, bavulun içindeki azıcık birikimi ve yıllardır gizli sakladığım eski kuyumları bozdurmak oldu. Parayı saçıp savurmak yerine akıllıca kullanacaktım. Eski komşularım vardı; onlar bana küçük işler vermişti, evlere temizlik, yufka açma, pazarda tezgâh. Her müşteriye iki kat fazlasıyla hizmet ettim, sıradan işlerimi büyüttüm. Çabucak öğrendim: çalışmak onurumu onarıyordu.
İkinci hamlem zekiceydi. Oğlumla gelini, mahallede yeni açılan “Şirin Pastanesi”ni işletiyordu; kapı tokmaklarını yastıklarını bana geri verdiler. Ben ise sessizce köşesinden izledim: İyi malzeme, güler yüz ve temiz iş ahlakı her zaman kazanırdı. Bir yandan küçük sermayeyle el emeği reçeller, turşular yapıp pazarda satıyor; diğer yandan eski müşterilerimin evlerine girip sohbet ediyordum. İnsanlar beni konuşmaya başladı: “O kadın ne kadar babacan, ne kadar çalışkan.” Sözler, itibarımı ördü.
Üçüncü hamle daha sertti; ama kan dökmeye hiç gerek yoktu. Komşular bir yangın korkusuyla küçük yardımlaşma toplantıları yaparken, ben de yerel dayanışma mutfağı projesi için kolları sıvadım. Evinin köşesine iki tepsi çorba koyan bir kadın kısa sürede mahallede güvenilir bir isim oldu. Kimseden para istemedim; isteyen bağış yapsın, isteyen birkaç saat yardımcı olsun dedim. Kısa zamanda, benim küçük “Komşu Sofrası”mın kapısında kuyruklar oluştu. Gazeteciler, sosyal medya, ardından yerel televizyonlar geldi. “Otobana bırakılan kadın mahalleyi doyuruyor” başlıkları attı.
Oğlumun yüzü ilk başta gurur ve sitemle doluydu: “Annem ne yapıyor böyle?” dediler. Gelinim ise çığ gibi büyüyen ilgi karşısında kıskançlığa kapıldı. Onlar için küçük bir sosyal değersizleştirme oyunu başlamıştı; çocuklarının istediklerini elde edemeyen aileler sırf rahatlamak için onların ne yaptığını konuşuyordu. Sözler dolaştıkça, mahalledeki kırgınlıklar anlatıldı; “O kimseyi sokağa atmazdı” diyen eski dostlar ortaya çıktı. Oğlumun çevresindeki insan sayısı azalmaya başladı; iş yaptıkları pastane müşterileri başka yerlere kaydı çünkü mahalle onların bu soğukkanlı tavrını unutmadı.
İntikamımın “kötü” kısmı burada başlıyordu: Onlara fiziksel zarar vermedim, ama toplum önünde onların inşa ettiği imajı yerle bir ettim. Bir akşam, mahallenin yıllık dayanışma gecesinde beni konuşmacı davet ettiler. Sahneye çıktım, gözler üzerimdeydi. Sözlerim kısa ve net oldu: “Beni o yola götüren sadece bir çift söz değildi; beni o yola iten, yıllardır görmezden gelinen saygısızlıktı. Ama ben intikamımı almanın en iyi yolunun onlara bir ders vermek değil, kendimi yükseltmek olduğunu seçtim.” Alkış kısa süre sonra çığlığa dönüştü. Oğlum ve gelini arkada donup kaldılar, mahcup ve küçük.
Son perde daha acıydı onlar için: Mahalledeki bağış kampanyası o kadar büyüdü ki yerel belediye bana kendi küçük sosyal girişimimi kurmam için destek teklif etti. Benim “Komşu Sofrası”m resmi bir yardım kuruluşuna dönüştü; binlerce insanın desteğiyle genişledik. Oğlum ise eski müşterilerini geri kazanmak için çırpındı ama itibar bir kere sarsılmıştı. İnsanlar, insanlığı, vicdanı seçen kadını unutmadı.
En sonunda oğlum gelip dizlerinin üzerine çöktü. “Anne,” dedi, “bizi affet.” Gözlerinde utanç, kalbinde kırgınlık vardı. Ben sessiz kaldım. İntikamımı almıştım. Onu küçük düşürmek istemedim; sadece yaptıklarının sonuçlarını yaşamasına izin verdim. Çünkü benim gerçek zaferim, kendi onurumu geri almamdı — kimseye ders vermek için acı çektirmeye gerek yoktu.