Üç yıl önce, hayatımın en güzel günlerinden birini yaşadım. Düğün günümdeki o mutluluğun üzerinden zaman geçtikçe, bazen sevinçle, bazen de hüzünle dolu anların birbiri ardına geldiğini görmek kaçınılmazdı. Eşimin sıcak gülümsemesi, evliliğimizi ilk günlerde parlatan bir ışık gibi parlıyor olsa da, her gece, henüz düşünecek kadar bile alışamadığım bir alışkanlık ortaya çıkıyordu. Kocamın, beni bırakıp annesinin odasına gitmesi, içimde derin bir merak ve belirsizlik yaratıyordu. O anlarda, bir yudum sıcak çay eşliğinde düşüncelerimle baş başa kalıyor, aklımda bir dizi soru canlanıyordu. Bu durum, evliliğimizin dinamiklerini sorgulama ve aile bağlarını keşfetme yolculuğuna dönüştü.
Her gece, karanlıkta kaybolmuş bir gemi gibi, duygularımın okyanusunda sürükleniyordum. Evliliğin güvenli limanı, birdenbire dalgalı bir denize dönüşmüştü. Annesiyle olan bu bağı, bazen bir destek unsuru olarak hissetsem de, çoğu zaman içimde bir çatışma yaratıyordu. Kendi kimliğimi bulmak ve eşimin bu ilişkiyi nasıl algıladığını anlamak için derinlere inmem gerektiğini biliyordum. Eşimin, annesiyle olan bağı, beni kıskandıran bir durumdan ziyade, çocukluğunun izlerini taşıyan bir yolculuktu. Belki de bu bağ, onu şekillendiren bir mirastı; ancak ben de bu yolculuğun bir parçası olmak istiyordum. Duygularımın karmaşası, üzerimdeki yükü hafifletmek yerine ağırlığını arttırıyordu. Sonunda, bu bağın sadece iki kadın arasında değil, bir bütün olarak aile içinde nasıl evrildiğine dair bir anlayış geliştirmenin zamanı gelmişti.