Ben, Zehra. 42 yaşındayım. Hayatın sırtıma yüklediği kamburla, her yeni güne daha da eğilmiş olarak uyanıyorum. Eskiden bir ev hanımıydım. Mutfağımda sıcak yemekler pişer, akşamları eşim ve çocuklarımla oturur sohbet ederdik. Ama hayat öyle bir şey ki, insanın elinden en çok değer verdiklerini alıyor. Rahmetli eşim Ömer, çalışkan bir adamdı. Kamyon şoförüydü. Az kazanırdı ama helâl kazanırdı. Onunla yaşadığımız fakirlik bile insana koymazdı. Çünkü bilirdim ki, yanımda duran adamın sevgisi vardı, merhameti vardı. Ama kader, onun ömrünü bir kaza ile noktaladı. Bir kış gecesi, buz tutmuş bir yolda devrilen kamyonun altında kalarak can verdi. O gün, sadece Ömer ölmedi. Ben de yarım kaldım. Geride iki çocuğumla yapayalnız kaldım. Onlar aç kalmasın diye elime ne iş geçerse yaptım. Bulaşıkçılık, temizlik, pazarda limon satmak… Ellerim nasır tuttu, dizlerim ağrıdan tutmaz oldu ama yılmadım. Anneliğimden başka hiçbir şeye güvenemezdim. Ama yoksulluk, insanı sadece yorar sanmayın. Yoksulluk, insanın ruhunu kemiren bir kurttur. Çocuklarıma mahcup olmamak için yırtık çoraplarımı dikerek giymek zorunda kaldım. Bayram sabahlarında, yeni elbise bekleyen yavrularımın gözlerine bakamamak, ciğerimi parçaladı. Bir gün oğlum, pencereden dışarı bakıp “Anne, biz neden hiç dışarıda yemek yemiyoruz?” diye sorduğunda boğazım düğümlendi. Ne diyebilirdim? Yıllar böyle geçti. Çocuklarım büyüdü. Okuyamadılar ama kendi hayatlarını kurdular. Bense o küçük kiralık evimde, her sabah olduğu gibi.. Ardı….Üsteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz.
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..