Bir köyün karanlık gecesi, hayatın en acı sırlarını barındırıyordu. Gelin, taze bir hayat getirirken, arkasında bir hüzün bırakarak bu dünyadan ayrılmıştı. Hastane odasında duyulan o son nefes, yüreklere derin bir yara açtı ve aile bireyleri, oldukça sert bir gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı. Sekiz adam, gözyaşları içinde tabutu taşımakta zorlanıyor, her biri kaybın ağırlığını hissediyordu. Kayınvalide, evladını kaybetmenin acısıyla çırpınıyor, tabutun açılmasını istemekle, saygı göstermenin ağırlığı arasında kalıyordu. Gözleri dolmuş, yaşlı ve yorgun yüzünde bir kırılganlıkla, bir yaşamın sona ermesini kabullenmeye çalışıyordu. Kendi acısı, evladının acısının katmanlarıyla birleşince, derin bir sessizlik içinde köyü sarmalayan bir hüzün doğdu.
Köydeki bu olay, yaşayanların ruhlarında bir yara olarak kalacak, herkesin kalbinde derin bir iz bırakacaktı. Birçok insan bu durumu anlayamadı; hayatın geçiciliği, acı ve sevinci iç içe geçiren karmaşık yapısıyla yüzleşmek zorunda kaldı. Kayınvalidenin içinde bulunduğu ruh hali, bir annenin kaybının derinliğini anlatan bir efsane oldu. O an, yalnızca bir tabut değil, aynı zamanda kaybedilen umutlar, gelecek hayaller ve aile bağlarının zayıfladığı bir an olarak hafızalarda yer etti. “Neden?” sorusu, herkesin aklında dönerken, yaşamın ne kadar acımasız olabileceği bir kez daha gözler önüne serildi. Ancak her karanlık gecenin ardından bir gün aydınlık doğar; bu kaybın ardından belki de sevgi, birleştirici bir güç olarak yeniden filizlenecek, acıların yerini umut alacaktı. Her bir gözyaşı, bir hatıra olarak ölümsüzleşecek ve bu trajedi, zamanla dönüşüp, hayatın kutsallığını hatırlatacak bir ders olarak kalacaktı.