İçimden bağırmak, yıllarca neler çektiğimi, onun uğruna nasıl uykusuz geceler geçirdiğimi, her şeyimi feda ettiğimi anlatmak geçti. Ama kelimeler boğazıma düğümlendi. O an bir tuhaf sakinlik çöktü üzerime. Dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi, sessizce odama gidip küçük valizimi aldım. Ne bir gözyaşı döktüm, ne de arkamı dönüp hesap sordum. Sadece kapıyı sessizce kapattım ve gecenin serinliğine karıştım.
Sokakların sessizliği, evin içindeki gerginlikten bile ağırdı. Gidecek bir yerim yoktu, ama gururum vardı. O yüzden kimseye yük olmak istemedim. Şehrin arka taraflarında, eski bir pansiyonda küçük bir oda buldum. İncecik duvarları olan, gıcırdayan bir yatağı ve titrek ışıklı bir lambası vardı… ama bana aitti. Günler ağır ağır geçti. Basit yemekler yaptım, kitap okudum, kendi kendime “Bu bir sürgün değil, özgürlük” diye fısıldadım.
Bir hafta sonra sabah uyandığımda telefonuma uzandım. Ekranda gördüğüm rakamlar gözlerimi kamaştırdı: 22 cevapsız çağrı. Hepsi kızımdandı. O an kalbim hızla çarpmaya başladı. İçimde bir yer, büyük bir şeylerin ters gittiğini biliyordu.
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..