O gün köyde güneş bile utangaçtı. Gökyüzü griye dönmüş, rüzgâr kuru dalları hışırdatıyordu. Kalabalık fazla konuşmadan mezarlık yoluna ilerliyordu. Annem ağlamaktan bitkin düşmüş, dedem taş kesilmiş gibiydi. Ben ise sadece susuyordum. O sabah, anneannemin gözlerinin açık olduğunu görmüştüm. Ama kimse bana inanmamıştı.
“Çocuk aklı işte,” dediler. “Zaten yaşlıydı, son zamanlarda iyice uyuyup kalıyordu.”
Ama ben o gün odaya girdiğimde onun gözkapakları aralıktı. Dudakları titriyordu. Sanki bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama sesi çıkmıyordu.
Defin işlemleri aceleye getirilmişti. Doktorun ölüm raporu yazması bile bir saat sürmemişti. Herkes “Doğal ölüm” dedi geçti. Ama ben geçemedim. O gece rüyama girdi anneannem.
“Hâlâ buradayım, nefes alıyorum… beni bırakma.”
Sabaha karşı gizlice mezarlığa gittim. Ay ışığında toprağın üstü taptazeydi. Ellerimle eşelemeye başladım. Çamur içindeydim, tırnaklarım kırılmıştı ama vazgeçmedim. Küçükken bana anlattığı masalları hatırlayarak toprağı kazdım. Sonra… tahta tabuta ulaştım. Kulaklarımı dayadım.
Bir şey yoktu. Belki de… evet, belki de artık çok geçti.
Ama sonra — evet, çok hafif — bir tıkırtı.
O an çığlık attım. Köyün muhtarı ve mezarlık bekçisi geldiğinde beni toprağın içinde buldular. Olanlara inanmak istemediler ama kazmaya başladılar. Tabutun kapağını kaldırdıklarında… anneannemin tırnakları tabanın tahtasını parçalamıştı. Gözleri açıktı. Ama artık hareketsizdi.
Doktor, ölüm sonrası incelemede aslında bir tür koma hâli olduğunu, nadir ama olası bir tıbbi hata olduğunu söyledi. Ama bana göre bu bir hata değildi.
Bu bir uyarıydı.
O günden sonra ben uyuyamaz oldum. Çünkü bir ses hâlâ kulağımda:
“Nefes alıyorum…”
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..