Düğünümün sabahı, tuhaf bir şekilde sakin uyandım. Smokinim ütülenmiş ve gardırop kapağına tertemiz asılmıştı. Mekan hazırlanmıştı. Sağdıcım, ağabeyim Eric, yüzükleri aldığını söylemek için az önce mesaj atmıştı. Her şey mükemmel, neredeyse sinematik bir düzende görünüyordu.
10:47’ye kadar
Tam o sırada telefonum tekrar titredi. Eric’ten bir mesaj daha. Bu seferki zil sesiyle ilgili değildi.
Düğününe gitme. Dolabına bak. Hemen.
Ekrana göz kırptım. Bu bir şaka mıydı? Karanlık, kötü zamanlanmış şakalarından biri miydi?
Dostum, ne? Ben de mesaj attım.
Cevap yok. Birkaç dakika bekledim, başparmağım onun rehberinde gezindi. Aradım. Doğrudan sesli mesaja.
İlk başta gülüp geçtim. Gerginliğim normaldi. Belki de sunağın önünde son dakika güven sınavına girmem için bana şaka yapmaya çalışıyordu. Çocukluğumuzda hep kara bir mizah anlayışımız vardı ama o metnin tonunda -“Şimdi”nin o keskin kesinliğinde- şakacı bir şey yoktu. Acildi. Soğuktu.
Uzun bir süre ekrana baktım, kelimeler gözlerimi yaktı. Sonra saate baktım. Törene üç saat kalmıştı. Midemde bir buz düğümü oluşmuşken, dairemizin karşısındaki yatak odasına doğru yürüdüm. Yatak odamıza .
Odadaki her şey onu haykırıyordu. Beyaz ipek sabahlığı bir sandalyenin üzerine serilmiş, en sevdiği parfümünün şişesi şifonyerin üzerinde duruyordu ve düğün davetiyemiz aynaya küçük bir kalple iliştirilmişti. Tam bir aile mutluluğu sahnesiydi, kusursuz bir yalandı.
Dolabına yavaşça yaklaştım, elim kulpuna takılıp tereddüt ediyordu. Ne bulmayı bekliyordum ki? Hiçbir şey, değil mi? Bunların hepsi bir yanlış anlamaydı.
Ama kapıyı açtığımda nefesim boğazımda düğümlendi.
Özenle ütülenmiş elbiselerinin arkasında, en arkada saklı bir ayakkabı kutusu vardı. Normal bir kutu değildi. Kenarları koli bandıyla kaplıydı, sanki defalarca açılıp kapatılmış gibiydi. Kilit altında saklanan bir sır.
Ellerim titreyerek açtım. İçinde fotoğraflar vardı. Düzinelerce.
Onun ve onun fotoğrafları. Eski sevgilisi. Yıllardır konuşmadığına yemin ettiği, “pişmanlık verici bir bölüm” olarak nitelendirdiği eski sevgilisi. Bazıları samimi çekimlerdi; ikisi akşam yemeğinde gülerken, başları birbirine yakın. Diğerleri açıkça otel odalarında çekilmişti. Yakın zamandaki otel odaları. Dijital baskılardaki zaman damgaları, hasta annesini ziyaret ettiğini söylediği hafta sonlarıyla uyuşuyordu.
Dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim. Ama daha fazlası vardı. Otel kırtasiyesine yarı buruşturulmuş el yazısıyla yazılmış bir not, kutunun dibinde duruyordu.
Keşke saklanmak zorunda kalmasaydık. Ama yakında o ortadan kalkacak ve yine sadece biz kalacağız.
Sanki canlı bir kabloya dokunmuşum gibi dolaptan sendeleye sendeleye çıktım. Ciğerlerimdeki hava çekilmişti. Kurduğumuz her şey – iç şakalar, gece yarısı sohbetleri, düğün planlamaları, birlikte yazdığımız yeminler – bir anda yerle bir oldu, kasırgada iskambilden bir ev gibi.
Ve Eric biliyordu. Bu da demek oluyor ki, mesele sadece ihanetten ibaret değildi. Çok daha fazlası.
Ellerim öyle şiddetli titriyordu ki telefonumu zar zor tutabiliyordum. Ayakkabı kutusu ayaklarımın dibinde, içindekiler bir rüyanın külleri gibi yere saçılmış halde, yatağın kenarına oturdum. Her fotoğraftaki gülümsemesi artık bir alay gibi geliyordu; bedelini sevgim ve sadakatimle ödediğim acımasız bir performans.
Eric’i tekrar aradım. Bu sefer açtı. Sesi kısık ve gergindi. “Kontrol ettin mi?”
“Evet,” diye sesim titredi. “Ne zamandır biliyordun?”
Aramızda uzun, ağır bir sessizlik oldu. “Yeterince uzun,” dedi, sözleri beni kemiklerime kadar ürperten bir yorgunlukla doluydu.
Göğsümde sıcak ve saf bir öfke yükseldi. “Neden bana daha önce söylemedin? Bunu haftalar önce, aylar önce durdurabilirdik!”
“Çünkü,” dedi gergin bir sesle, “bu sabaha kadar kanıtım yoktu. Ve bulduğumda, zamanımızın dolduğunu fark ettim.”
Bu beni dondurdu. “Ne demek istiyorsun?”
Üstteki Resimden Diğer Sayfaya Geçiş Yaparak Haberin Devamını Okuyabilirsiniz..